31 Mayıs 2010 Pazartesi

Kanser Tedavisinde Psikolojik Desteğin Önemi

Kanser Tedavisinde Psikolojik Desteğin Önemi

Kanser hastalığıyla baş etmek durumunda kalmak her insan için zor bir deneyim. Bu süreçte alınacak psikolojik destek ise hem hastaya ve ailesine hastalıkla mücadelede kendilerine çok gerekli olan psikolojik enerjiyi, hem de yalnız olmadıklarının farkına varmalarını sağlıyor.

Günümüzde kanser tedavisinde oldukça gelişmiş yöntemler uygulanıyor. Bununla birlikte yapılan araştırmalar psikolojik destek hizmetlerinin de tedavi sürecini olumlu etkilediğini gösteriyor.

Bu konuda yapılan çalışmalarda kanser hastalarında endişe ve depresyonun giderilmesi, hastalıkla baş etme, ağrı, bulantı ve kusmayı azaltma gibi konularda yapılan psikolojik destek çalışmaları ve özellikle grup terapilerinin oldukça olumlu sonuç verdiği görülmekte.

Neden psikolojik destek?

Hemen hepimiz hayatımızın zor dönemlerinde psikolojik desteğe ihtiyaç duyabiliriz. Kanser hastalığı ile baş etmenin bir bireyin hayatında karşılaşabileceği en zorlu süreçlerden biri olduğu düşünülürse, bu dönemde alınacak psikolojik desteğin önemi daha da anlaşılır bir hale geliyor. Kanser teşhisi konan bir çok kişi yakınlarını üzmemek veya ‘olumlu’ düşünmek adına bu süreçte ortaya çıkan korku, endişe ve üzüntülerini diledikleri gibi paylaşamıyor ve içten içe bir baskı yaşıyor. Bu durum zaten yorucu bir dönem geçirmekte olan bireyin tüm enerjisini güçlü görünmeye ve yakınlarına hiçbir şey belli etmemeye harcamasına sebep oluyor. Oysa böyle bir dönemde kişinin karşılaşacağı zorlukları aşabilmek için en çok ihtiyacı olan şeylerden biri kendi duygusal enerjisi.

Öte yandan bir aile bireyinin ya da yakınının kanser hastalığı ile baş etmek de bireyler için çok zorlu bir süreç oluşturabiliyor. Hasta yakınlarının psikolojik destek alması bu kişilerin yakınlarının hastalığı ve içinde bulundukları sürecin onların üzerinde yarattığı endişe, çaresizlik ve depresyon gibi birçok konuda duygu ve düşüncelerini paylaşabilmeleri, suçluluk ve ümitsizlik gibi hisleriyle baş edebilmeleri açısından büyük önem taşıyor.

Kanser hastalarına yönelik psikolojik destek hizmetleri bireysel ve grup terapileri olarak ikiye ayrılıyor. Psikoloğun bir danışanla baş başa yaptığı konuşma terapisine bireysel psikoterapi adı veriliyor. Burada amaç danışanın kendini güvende hissedebileceği bir ortam yaratılarak, özellikle başka kimselerle paylaşamadığı endişe, korku, kuruntu ve üzüntülerini tümüyle gizlilik çerçevesinde ve tarafsız bir kişiyle paylaşabilmesini sağlamak. Psikolog yapılan bu çalışmada kişinin kendi öz kaynaklarını güçlendirip hayatta yaşadığı zorluklarla kendi seçimleri doğrultusunda baş edebilmesini sağlamayı hedefliyor.

Grup terapisi ise dileyen bireylerin psikologla yapacakları bir ön görüşme sonrasında kendileri için uygun olan ve en fazla 6 ile 8 kişiden oluşan bir destek grubu oluşturmaları ile gerçekleşiyor. Gruplar bu konuda deneyimli bir ya da iki psikolog tarafından yönetiliyor. Bu çalışmada gizlilik ve saygı temel kurallar sayılıyor. Grup terapisinde kişiler yaşadıkları olayları oluşturacak güven ortamı çerçevesinde paylaşarak duygusal ve düşüncesel destek ihtiyaçlarını ifade ediyor ve grup terapistinin de yönlendirmesiyle bunları anlamlandırarak rahatlıyorlar.

Hasta yakınları içinse bireysel ve aile terapileri uygun görülüyor. Aile terapisi hasta olan kişinin yakınlarının bir araya gelerek endişe, korku ve sorunlarını psikoloğun da yardımıyla ifade etmeleri, adlandırmaları ve anlamlandırmalarını kapsıyor. Bu süreç aileler içerisinde konuşulamayan veya anlaşılamayan birçok konunun çözümü için önemli bir başlangıç noktası oluşturuyor


Uzm Psikolog. E. Selin Ucal
Empatia Psikoterapi ve Kişisel Gelişim Merkezi

25 Mayıs 2010 Salı

Depresyonun Fiziksel etkilerinin farkında mıyız?

Yapılan en son araştırmalar depresyonun beraberinde çeşitli fiziksel semptomları da getirdiğini bulmuştur.

Şimdi aşağıdaki bu listeye şöyle bir bakın... Eminim ki çoğumuz zaman zaman belirtilen bir kaç maddeyi yaşıyoruz... Hiç aklımıza geliyor mu ki acaba depresyonda olduğumuz için mi bu fiziksel semptomları yaşıyoruz? Bırakın bizi... Yapılan araştırmalar, Doktorların bile hastalarından sık sık bu tarz şikayetlerin geldiğini; ama onların bile 'depresyon' teşhisini göz önünde bulundurmayı atladıklarını saptamıştır. Özellikle kronik ağrılar yaşıyorsak, sanırım yapacağımız şey, şöyle bir hayatımızı gözden geçirmek ve psikolojimizi tartmak olacaktır.

Sonuçta en iyi değerlendirmeyi insanın kendisinden başka kim yapabilir?...

Depresyon: Fiziksel Semptomlar Listesi:

Baş ağrıları- Sırt ağrıları- Eklem ve kas ağrıları- Sindirim problemleri- Aşırı yorgunluk ve uyku hali- kilo ve iştahtaki aşırı değişiklikler- Uyku bozuklukları

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Duygusal Zekamı Evlilikte Nasıl Kullanabilirim?

Duygusal Zekâmı Evlilikte Nasıl Kullanabilirim?

Araştırmacılar, sorunların değil, davranış biçimlerinin evliliği bitirdiğini söylüyor.

Bütün aşkların tatlı başladığı gibi, bütün evlilikler de ‘bir yastıkta kocamak’ için yapılıyor. Ancak büyük heyecanlarla yaşanan ilk beraberlikler ve o ilklerin dayanılmaz cazibesi zamanla yerini kavgalara, ayrılıklara bırakıyor. Nikah masasında söylenen ‘evet’ler hayatınızda yeni açılan sayfanın da ilk sözcükleri olur. Sonra gelenekler, birbirine aşık insanların duygu yoğunluğuna karmaşa başlar. Zorunluluklar, sorumluluklar birbiri ardına dizilir......

Hayatın akıp giden çarkına çelme takmaya uğraşırken, taraflar birbirlerini kimi zaman anlayamaz olur. Kısacası zaman içinde yaşınız, çevreniz ve deneyimlerinizle değişirsiniz. Bu değişimleri yumuşak geçişlerle evliliğinize taşımayı beceremezsiniz. İşte bu noktada duygusal zekâ denilen sihirli değnek devreye girip, görevini üstlenir.
Evlilikte duygusal zekânın her zaman devrede olması gerekir. Eşler arasında evlilik içi sorunlar yaşanıyorsa, önce kendi analizlerini yapmaları şarttır. Duygusal zekâ uyuduğu zaman, sorunlar bir çığ gibi büyümeye başlar.

Evlilik sonrası

Evlilik kanunlar önünde pekiştirildikten sonra, evlilik sürecinde birden fazla boyut başlıyor. Evliliğin sosyal boyutu, evliliğin kuralları, evlilikteki roller ve evliliğin duygusal boyutu. Evlilik terapilerine başvuran çiftlerde, en çok rastlanan sorunların başında, eşler arasındaki iletişim sorunu ve bu iletişimsizlikten doğan problemler geliyor. İşte bu noktada duygusal zekâ önem taşıyor .
Duygusal zekâ olarak adlandırdığımız, karşı tarafı anlayabilme, algılayabilme ve aynı zamanda da kişinin kendi duygularını ifade edebilme becerisidir.

Toplumumuzda kişileri duygusal ve mantıklı olarak iki gruba ayırıyoruz. Üstelik mantıklı olarak nitelendirilen kişilerden övgüyle, diğerlerinden de eleştiri ile söz ediyoruz. Oysa ki, her alınan kararın altında duygular yatıyor.

İnsan kendisine yapılan bir harekete cevap vermeden önce duygularına başvurur. Duygusundan aldığı mesajla düşüncesini geliştirir, sonunda da bu düşüncesini eyleme döker. Bu gerçeği göz önüne alırsak duygusal insan, mantıklı insan ayrımına gitmemek gerektiğini görürüz.
Öncelikle zekâ bir bütün olarak ele alınırdı. Son yıllarda zekânın birden fazla alanda işlevsel olduğu ortaya çıktı. Bu açıdan baktığımızda evliliklerde duygusal zekânın ne kadar gerekli olduğunu görüyoruz. Bu evlilikte duygusal zekânın varlığı, uyumu son derece olumlu etkiliyor.

Evlilik terapilerinde çiftler terapi süresince bu alandaki boşlukları çok iyi fark edebiliyorlar. Bir anlamda empati kurmayı da denemiş oluyorlar. Empati; bir kişinin diğer kişinin yerine bir an için geçerek, onun gibi hissetme ve onun gibi algılama becerisi. Yani, bir başkasının gözleriyle dünyaya bakmak ve bir başkasının duyguları ile bir an için yaşamaktır.

Eşinin üzüldüğü herhangi bir olayı saçma bulan eş, eğer duygusal zekâsını işin içine sokarsa, söz konusu olan üzüntünün hiç de saçma olmadığını farkeder. Kırıcı, yıpratıcı bir çok konuşmanın ve davranışın da bu şekilde önüne geçilmesi mümkün olacaktır.
Şikayet nedenleri

Eşim beni anlamıyor.

Eşim bana sevgi sözcükleri söylemiyor.

Eşimle duygularımı paylaşamıyorum.

Eşim benimle sohbet etmiyor.

Eşim bana zaman ayırmıyor, başbaşa kalmıyoruz.

Eşim benim ilgilerime karşı ilgisiz.

Eşim çok duyarsız biri.
Anlaşılmak için

Acımasız eleştirilerden kaçınmak, duygusal zekâyı öne çıkarmak.

Birbirlerinin duygularına karşı açık ve duyarlı olmak.

Hayatın koşturmacası yanında birbirine zaman ayırmayı başarmak.

Aynı evde yaşayan iki yabancı konumuna düşmemek.

Her zaman ve her koşulda duyguları uzakta tutmadan gözlem yapmak.
Boşanma riski artıyor

Uzmanlara göre, boşanma oranlarında yükseliş durmasına karşın, yeni evli çiftlerin boşanma riski artıyor. Evliliği kurtaran veya yıkan etkenler çiftler arasındaki sorunlardan değil, bu sorunların tartışılmasından kaynaklanıyor. Evliliğin tehlikede olduğunu haber veren erken uyarı işareti, insafsız eleştirilerle göz ardı ediliyor. Mutsuz çiftleri bile, bir arada tutan sosyal baskılar giderek azalıyor. Evlilikler eşler arasındaki duygusal güçlerle kurtulacaktır. Duygusal zekâ (EQ) bu dönemde kurtarıcı bir rol üstleniyor.
Duygusal zekâ kişiye ne kazandırıyor?

Duygusal zekâ olarak adlandırdığımız, karşı tarafı anlayabilme, algılayabilme ve ayni zamanda da kişinin kendi duygularını ifade edebilme becerisi çok önemlidir. Toplumumuzda kişileri duygusal ve mantıklı gibi iki gruba ayırıyoruz.

Üstelik mantıklı olarak nitelendirilen kişilerden övgüyle, diğerlerinden de eleştiriyle söz ediyoruz. Oysa ki, her alınan kararın altında duygular yatar. İnsan kendisine yapılan bir harekete cevap vermeden önce duygularına başvurur. Duygusundan aldığı mesajla düşüncesini geliştirir, sonunda da bu düşüncesini eyleme döker .

Bu gerçeği göz önüne alırsak duygusal insan, mantıklı insan ayrımına girmemek gerektiğini görüyoruz. Ayrıca yetişme yöntemlerimizdeki yanlışlıklar da duygusal anlamda boşluklar yaratılmasına neden oluyor. “Erkekler ağlamaz” diye büyütülen erkek çocukları, “kızlar öyle her yerde gülüp, konuşmaz” diye telkinde bulunulan kız çocukları ileri yaslarda kendi duygusal dünyalarına yabancılık duyuyor. Bu anlamda bakıldığında yetişkin olduklarında ve evlendiklerinde birbirlerinin duygularını anlamamaları da çok şaşırtıcı değil.

20 Mayıs 2010 Perşembe

Ruh Sağlığımızı Nasıl Koruyabiliriz?

Ruh Sağlığımızı Nasıl Koruyabiliriz?

Günümüzde çoğumuz ‘ yoğun iş tempom var’ bahanesinin arkasına sığınarak hem ruh hem de fiziksel sağlığımızı ihmal edebiliyor ve yapmamız gerekenleri yerine getirmiyoruz. Kendimizi ister istemez, hava kirliliği, stres, kötü beslenme alışkanlıkları, dengesiz yaşam tarzı gibi birçok kötü alışkanlıkların neden olduğu olumsuz etkilerin bombardımanı altına sokabiliyoruz. Tüm bu yaptıklarımız da bizim ruh ve beden sağlığımızı tehlike altına sokuyoruz.

Çoğumuzun bildiği gibi ruh ve beden, aynı sistemin parçaları. Yani, bedensel olarak yaptığımız değişiklikler ruh sağlığımızın da değişmesine neden oluyor. Ya da psikolojimizde ve düşünce tarzımızdaki değişiklikler fiziksel değişimleri getiriyor.

Bu yüzden, ruh sağlığımızı korumak en az fiziksel sağlımız kadar önem taşımakta. Ruh sağlığı dediğimiz şey; düşüncemizi, ruh durumumuzu ve davranışlarımızı değiştiren sağlık koşullarını ifade eder. Bu koşullar da normal davranmamızı ve rutin işlerimizi yerine getirmemizi etkiler.

Peki, o zaman bizler ruh sağlığımızı korumak ve yaşam dengemizi korumak adına neler yapabiliriz?

Ruh sağlığımızın korunmasında en önemli nokta az evvel vurgusunu yaptığım beden sağlığımızın korunması ile sağlanabilir. Bunu da düzenli olarak yaptığımız egzersizler, dengeli beslenme ve uyku düzenimize verdiğimi önem ile sağlayabiliriz. Arada bir kısa tatillere çıkmak, iş tempomuzun içine mini breakler sokmak; stres ve yaşamın bizi yoran koşuşturmalarından uzaklaşmamıza yardımcı olur.

Kişinin günlük hayatındaki belli nedenlere bağlı kaygıların ve üzüntülerin çeşitli nedenleri vardır. Insan, hayatının herhangi bir döneminde üstesinden gelemeyeceği ruhsal problemleri de olabilir. Ancak bu problemleri biraz yardım ile zaman içerisinde kaybolabileceğini bilmelidir.

Her birimizin toplum içerisinde belli bir statüsü vardır. Bunun farkındalığında olmak gerekir. Toplum içerisinde bir yeri olduğunu bilen kişi, güçlükler karşısında yılmadan, karamsarlığa kapılmadan ve sorumluluklarını bilerek yaşamına devam etmesi; ruh sağlığını koruması için önemli bir noktadır.

Ruh sağlığımızı korumak için önemli olan diğer bir nokta da; kendimizin yeteneklerini bilmekten, verimli uğraşlar yapmaktan geçer. Böylelikle, hayatımızda başarılar elde etmiş olup mutlu oluruz. Boş zamanları doldurmak sıkıntı ve stresi her zaman önler. Kişinin, geleceğe yönelik hedef ve tasarıları da olmalıdır. Böylece boşluk duygusunu azaltmış oluruz ve yaşamak için amacımız olur. Hayatta hiçbir amacı olamayan kişilerin ruhsal problemleri çok daha fazla olduğu yapılan araştırmalarla kanıtlanmıştır.

Müzik dinlemek, şarkı söylemek insanı mutlu eder ve stresten uzaklaştırır. Aynı zamanda, araştırmacılarla, mor rengin, insan ruhunu dengeye sokmaya yardımcı olduğu da kanıtlanmıştır.

Dünyaya ‘çocuk’ gözüyle bakmak bizim ruh sağlığımız açısından önemlidir. Çocuk gözüyle yaşama bakmak bizi daha pozitif, daha mutlu ve heyecanlı yapar. Gülmek ve gülümsemek de bir o kadar önemlidir. Mutluluk hormonlarını salgılamamızı sağlar.

Son olarak, iyimser olmanın önemini vurgulamak istiyorum. İyimserlik bağışıklık sistemini olumlu etkiler ve ruh sağlığımızı korumamıza destek olur.

Değindiğim tüm bu noktaların eğitimi ise aile de başlar. Özellikle çocuklarımıza, 7 yaşına kadar ruh sağlığının önemini ve nasıl koruyacağının vurgusunu yapmak, onların gelecekte dengeli bireyler haline gelmelerinin temel taşını oluşturur.

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Arkadaş Kıskançlığı...

ARKADAŞ KISKANÇLIĞI

İnsanın doğasında olan kıskançlık evde, işte, okulda olsun hayatın her kesiminde yaşayacağımız, hissedeceğimiz duyguların başında gelmektedir.

Evde kardeşler arasında, özel hayatta çiftler, arkadaşlar. iş ortamında ise çalışma arkadaşları arasında yaşanabilir kıskançlık. Yani kıskançlığa içinde bulunduğumuz çeşitli ortamlarda hissedebiliriz.

Ama son senelerde kıskançlık duygusu, en çok ortaokul/lise dönemindeki gençlerde rastlandığı gözlemlenmiştir. Özellikle, ergenlik dönemini yaşayan gençler arasında yaygın olan bu duygu insanı gerçekten de düşündürmekte…

Acaba neden gençlerimiz bu duyguyu bu kadar yoğun yaşıyorlar?

Arkadaşlarını neden kıskanıyorlar; ya da kıskançlığa maruz kalıyorlar?

Ergenlik insan yaşamının en güzel, en mutlu ve en güçlü dönemleri olurken, aynı zamanda birer kriz ya da bunalım dönemleridir. Ergenlik dönemi duygusal oluşumların, zihinsel değişimlerin, fiziksel olgunluğun yer aldığı bir süreçtir. Ergenler bu dönemde “BEN KİMİM?” , “NEYE İNANIP DEĞER VERİYORUM?” gibi soruların cevabını arama gereksinimini duyarlar. Ergenlik döneminde çeşitli duygusal tepkiler gözlenmektedir. Bunların başında da kıskançlık duygusu bulunmaktadır.

Kıskançlık duygusu, başta da belirtildiği gibi herkes tarafından yaşanan normal bir duygudur. Ama önemli olan dozajıdır. Kıskançlık, imrenme, sonra gıpta etme ile başlayıp haset etmeye kadar gidebileceği gerçeğini hatırlamak lazımdır. Kıskançlıkta ‘ah keşke’ demenin bir adım ötesi vardır. Aşırısı, kargaşa ve düşmanlığa, dedikodulara, rekabete ve arkadaşlık ilişkilerinde dalgalanmalara sebep olabilir.

Gözlemlenen şu dur ki; günümüzün tüketim topluluğunda yetişen gençlerimiz sürekli olarak kendilerini başkaları ile bir mukayese içerisinde. Kim olduğu, yaptığı ya da sahip olduğu şeyler ile alakalı olarak kıskançlık duygusu belirir.

Arkadaşımın çantası çok güzel; neden ben de yok?’

Onun erkek arkadaşı var; benim neden yok?’

‘Okulda benden daha çok ilgi görüyor; çok popüler…’

‘ Arkadaşım daha iyi basket oynuyor benden…’

‘Benden daha iyi not alanlar var…’

Yukarıdaki örneklerden de anlaşabilineceği gibi kıskançlık gençler arasında en çok ‘karşılaştırmalar’ dan dolayı yaşanabilmekte ve ya hissedilmektedir. Ayrıca kıskançlık duygusu özellikle ‘öz-güven’ eksikliği olan kişiler tarafından yaşandığı saptanmıştır. Özellikle de, kendi ile ilgili mutsuzluklar hissediyorsa genç kıskançlık yaşama olasılığı artmaktadır.

Eğitim sistemimizdeki eksiklikler ve hatalar -sürekli yapılan sınavlar başta olmak üzere-gençlerimizi devamlı olarak rekabet ortamının içerisine almakta ve onlar üzerinde baskı oluşturmakta. Dolayısı ile okullarda arkadaş kıskançlıklarının yaşanmasına temel oluşturmaktadır.

Bunlara ek olarak, gençlerdeki kıskançlık duygusu ‘arkadaşlarını kaybetme korkusundan’ yaşanabilmektedir. Daha bireysel ve hırslı yetiştirilen gençlerde ‘paylaşımı’ bilememekte bunu tetiklemektedir. İlişkilerinde herhangi bir şekilde tehdit hisseden genç üzüntü, umutsuzluk, öfke duygularını yoğun bir şekilde hissetmekte, sonuç olarak arkadaşlarına kıskançlık gösterebilmektedir.

Gençlerin kıskançlık duygusunu yaşamaları ve ya arkadaşları tarafından maruz kalmalarının altında yatan değişik psikolojik nedenler bulunmaktadır. Bunların en başında ‘aile içi ilişkiler’ gelmektedir. Çocuklar, kendi ailelerinde anne-babalarının davranış biçimlerini örnek olarak gördüklerinden, onları modellemeye başlarlar ve kendi hayatlarında aynı davranış biçimlerini göstermeye başlarlar. Örneğin, kıskanç babayı gören erkek çocuk ilerde kendi kız arkadaşlarına aynı şekilde davranacaktır. Ya da kardeş kıskançlığını gösteren çocuk muhtemelen sosyal hayatında arkadaşlarına da bu kıskançlık duygusunu yaşatacaktır.

Peki… acaba gençlerimiz bu kıskançlık duygusu ve kıskançlık durumu ile nasıl baş edebilirler?

  • Öncelikle arkadaşlarınızla ilgili düşünceleri gözden geçirin. Size yardım ediyor mu? Zararlar mı veriyor? Sizde güven oluşturuyor mu? Kıskançlık araya girmeden önceki arkadaşlığınız nasıldı?
  • Neler söyleyeceğinizi ve nasıl bunları yüzleştireceğinizi bulun. Bazen kıskançlık kendi hatalarınızı da görmenizi engelleyebilir.
  • Dürüst olun. Yapabileceğiniz en kötü şey kıskançlık hissettiğiniz de bunu açmamak, gizlemektir.

Kıskanç olduğunuzu, ya da kıskançlık duygusunu karşı tarafta hissettiğinizi paylaşmak nedenlerini bulmak ve sorunları aşmak için önemlidir. Dürüstlük her zaman arkadaşlar arasında köprü oluşturulmasına yardımcı olur.

Unutulmaması gerekir ki kıskançlık, heyecan, korku, güvensizlik gibi duyguların ve düşüncelerin karışımından oluşur. Herkes için kendine özgü bir deneyimdir. Bazıları belli etmese de herkes kıskaçlık duygusunu hisseder ve yaşar. Sağlıklı arkadaşlık bağlarını kaybetmemek adına bu duygunun varlığını ve kıskançlık duygusunun yaşanılan durumları irdelemek gerekmektedir.

Futbol ve Taraftarlık Psikolojisi

FUTBOL VE TARAFTARLIK PSİKOLOJİSİ

Sevelim ya da sevmeyelim spor özellikle de ülkemizde futbol; hayatımızın kaçınılmaz bir parçası. Kimilerimiz için bir iş, kimilerimiz için bir hobi kimilerine de bir eğlence şekli… Kimilerine bir obsesyon ya da bazılarına göre de sıkıcı olabilir futbol…

Peki… Acaba neden özellikle erkeklerin hayatında futbol; futbol maçlarını seyretmek, bir futbol takımının taraftarı olmak bu kadar önemli? Neden erkekler futbol u fanatik olma derecesinde bu kadar çok sevip takip etmeye çalışıyor ve hatta tüm plan ve programlarını maç saatlerine göre yapıyor? Tuttukları takımın kazanmalarından çok mutlu olup; kaybettiklerinde depresyona girecek kadar kendilerini kötü hissediyorlar?

İşte bu ve benzeri soruların cevaplarını spor psikologları, uzun senelerden beri incelemektedir.

Yapılan araştırmalara göre özellikle erkeklerin maç seyretmesinin en önemli nedenlerinden biri kafalarını dağıtması olarak saptanmıştır. Yoğun iş temposundan, günlük hayatın getirisi olan sorumluluklardan, bir çeşit ‘kaçış’ oluyor futbol. Keyif veriyor. Deşarj olmaya vesile oluyor.

Aynı zamanda maçı seyrederken erkek kendisini takımın ya da bir oyuncunun yerine koyuyor… Yani, kendini onunla özdeştiriyor. Oyuncunun/takımının başarısını sanki ‘kendi’ başarısı olarak algılıyor. Hatta maç bitip skoru sorduğumuzda, şayet takımı kazanmışsa erkekten gelen cevabı genellikle ‘başardık’ olarak duymaya hepimiz aşınayızdır. İşte buradaki ‘başardık’ cümlesi bize erkeklerin kendilerini takımları ile ne kadar özdeşleştirdiklerinin en güçlü kanıtıdır.

Kişilerin öz-saygı (değer) duygularında artış, kendilerini daha çekici, güçlü, üstün ve yeterli hissetme; gibi veriler psikologlar tarafından saptanmıştır. Nasıl kadın aktris ve modelleri kendilerine rol-model olarak alıyor ve özdeştiriyorlarsa erkeklerde futbolcuları rol model olarak alabiliyorlar, çünkü futbolcu kimliği beraberinde erkeğe: şöhret, güç, para, rekabet ve dayanıklılık gibi hisleri getirtiyor ve erkeklerin kendilerini daha iyi hissetmesini sağlıyor.

Ek olarak, psikolojide bu verileri destekleyen ‘Sosyal kimlik teorisi’ ne göre; öz-saygısı olmayan kişiler kendilerini yalnız ve izole edilmiş hisseder, kaygı duyabilirler. Spor taraftarlığı ‘birlik’, ‘beraberlik’ ve ‘bağlılık’ duygularını hissettiriyor; öz-saygı duygusunu kişilerde yükselmesini sağlıyor. Depresyon riskini de azaltıyor. Aynı zamanda futbol, erkekleri sıradanlıktan uzaklaştırıyor. Kadınların hayatı kadar renkli ve dolu olmayan hayatlarına heyecan ve coşku katmasına yardımcı oluyor.

Ayrıca futbol erkeklerin içinde bastırdıkları agresyonu sağlıklı bir şekilde ortaya çıkarmasına fırsat veriyor. Özellikle maç seyrettikleri o an dünyadan bağlantılarını kesebiliyor, kimseyi ve hiç kimsenin düşüncelerini, söylediklerini takmayabiliyor erkekler… Genelde, ‘buddy’ yani en yakın erkek arkadaşları ile maça gitmeyi veya seyretmeyi tercih ediyorlar. Eş ya da iş arkadaşları ile değil. Sonuçta futbol ‘erkek’ oyunu; ‘maço’ bir oyun… Onlar için futbol seyretmek bir çeşit ‘sosyalleşme’, ‘iletişim’ şekli oluyor. İçinde her türlü strateji ve taktiği bulunduruyor ve beyni çalıştırıyor. Ama ne de diğer oyunlar gibi komplike ve kafa karıştırıyor. Bu yüzden zaten erkeklere daha çok hitap ediyor.

Özetle, erkekler için futbol bir çeşit terapi… Öz-saygılarını güçlendiren, ait olma duygusunu yaşatan, heyecan, coşku ve keyif verip adrenalin salgılatan… Hayatın stres, sorumluluk ve sıradanlığından kaçış fırsatı sağlayan; kimlik algısını yukarı taşıyan. Beraberinde birçok duyguyu hissettiren, yaşatan… Futbol o zaman sadece bir ‘oyun’ değil… Gerçek anlamda erkeklere sunabileceğimiz bir armağan. Bununla beraber, yinede dikkat etmemiz gereken nokta ise her şeyde olduğu gibi hayatımızda futbol taraftarlığında da aşırıya kaçmamak. Fanatikleşmemek… Sonuçta, hayattaki birçok şey gibi futbol da bağımlılığa sebep olabilir…

Bekar Erkekler...

BEKÂR ERKEKLER

‘Bekâr erkek’ olmak çoğunlukla bir ayrıcalıktır, bekar erkek havalıdır, rahattır; ya da en azından çevre tarafından öyle algılanmaktadır. Kimseye bağlı olmamak, kendisinden başkasına sorumlu olmamak, dilediği zaman istediğini yapabilmek ve kimseye bir açıklama gerekliliği duymamak; tüm bunları, bekâr-yalnız erkek olmanın avantajlarının başında sayabiliriz.

Bekar, yalnız yaşayan erkek, kariyerine odaklanabilir; istediği saatlere kadar çalışıp sabahlayabilir, yurt dışı seyahatlerine arkasında aklı kalacak birileri olmadığından sık sık çıkabilir. O, aynı zamanda da kazandığı parayı doyasıya ve sadece kendisine harcamanın zevkine varabilir …

İstediği zaman sessizlik ve huzur bulabilir, yalnızlığın tadını çıkarabilir, istediği düzeni kurabilir veya düzensiz olmanın keyfini yaşayabilir.

Dilediği kişiyle gezebilir; bağlanmadan ilişkiler yaşayabilir. En önemlisi ‘uzlaşmak’, ‘orta yol bulmak’ zorunda değildir çünkü değer verdiği ve ciddi bir beraberlik yaşadığı bir ilişkisi yoktur yalnız erkeklerin…

Yapılan araştırmalar, bekâr erkeklerin toplum tarafından; sürekli olarak bir bardan ötekine giden, çok para harcayan, kendilerine pahalı hediyeler alan, önüne gelen ile ilişkiye giren, dışarıdan mutlu gibi gözükse de aslında mutlu olmayan kişiler olarak görüldüğünü vurgulamaktadır.

Oysaki, belli bir yaşa kadar yalnız olmak mutluluk getirir ve başlı başına yaşanması gereken bir deneyimdir, özellikle de erkekler açından…

Hatta ‘yalnızlık’ yaşamamış, bu duygu ve süreci hiç tatmamış olmak, bir erkeğin gerçek anlamda mutlu ve sağlıklı ilişkiler kurmasına engel oluşturur. Gelecekte, yaşayacağı ilişkide başarısız olmasına ve hatta yanlış zamanda, yanlış kişi ile beraberlik kurmasına kadar gidebilecek seçimler yapmasına sebep oluşturabilir.

Yalnız yaşamanın erkeklere kazandırdıkları…

Yalnız olmak kişiye istediğini yapma imkânını verir; her şeyin sorumluluğu kişiye aittir.

Kendisiyle, huzur içinde baş başa kalma fırsatını sunar. Böylelikle iç dünyasını tanımak için zamanı vardır. Özgürdür. Yalnız olmak; hayattan beklentilerini, neyi isteyip istemediğini anlamasını, hedeflerini daha rahat belirlemesini, potansiyel ve limitlerini keşfetmesini sağlar.

Yalnız olmak yeni bir beraberlik için temel oluşturmaktan öte, duygusal ihtiyaçları gidermeyi, hayalleri gerçekleştirmeyi ve bireysel gelişimi sağlar. Erkek kendisine değer vermeyi, sevmeyi ve bakmayı öğrenir; başka bir deyişle gereksiz yere başkalarını kullanarak kendi eksiklerinizi kapatmamayı özümser ki, bu ileride yaşanacak berberlikler için sağlam temeller oluşturması demektir.

Bazı erkekler için ilişki isteme nedeni, kendi eksiklerini kapatmak, yaşamını kolaylaştırmaktır. Oysaki ilişkiye girmenin tek amacının ‘paylaşmak’ olması doğrudur; çünkü boşlukların başkası tarafından kapatılacağını umut etmek hayal kırıklığı, başarısızlık, gücenme ve kırgınlıklardan başka bir şey getirmez. Bu tarz bir ilişki yaşamak yerine yalnız olmak daha sağlıklıdır.

Araştırmalar gösteriyor ki, erkekler özellikle kendi ‘bekâr’ hayatlarını paylaştıkları yakın erkek arkadaşları ciddi ilişki ve evlilik sürecine girdiklerinde, yalnızlık duygusuna kapılabiliyorlar. Hatta sırf bu nedenle panikleyip, yanlış eş seçimleri yapabiliyor ve mutsuz bir beraberlik sürecine adım atabiliyorlar. Uzmanlara göre, böyle bir durum ile karşılaşan erkeklerin soğukkanlılıklarını korumaları, ani kararlar vermekten kaçınmaları ve yeni bir ilişkiye başlamadan önce kendi iç ses ve mantıklarını dinlemeleri önem taşımaktadır.

Bekârlık mı Evlilik mi?

Bu soru halen psikologların en çok analiz ettikleri ve üzerinde araştırma yaptıkları konu başlıklarından biridir. Bu konu ile ilgili değişik görüşler var tabii ki:

Kimilerine göre evlilik, kişisel tatminsizlik, ‘otonomi’ yani ‘özerklik’ için bir tehdit, özgürlük kısıtlayıcı bir durum olarak görülmüştür.

Yapılan araştırmalar, evlilikle ilgili negatif düşünce ve yorumlar üzerine odaklanıldığında, tam tersine, evlilik kurumunun hem erkek hem de kadın için yararlarının çokluğunu ortaya çıkarmıştır. Sonuç olarak evli olmanın; fiziksel, ruhsal, duygusal, cinsel ve ekonomik anlamda kişilere daha iyi geldiği saptanmıştır. Evlilik ve aile kurmanın, ait olma duygusunu pekiştiren, temel ihtiyaçlarımız olan sevgi, güven, sadakat ve bağlılık duygularını güçlendirdiği belirlenmiştir.

Erkekler ne ister?

Genel olarak bir gerçek vardır ki… Erkekleri anlamak kimi zaman zor olabilir. Hatta kendileri bile bazen kendilerini anlamayabilirler.

Psikologlar, erkekler için ‘başarı’nın, benliklerini bulabilmeleri adına çok önemli bir faktör olduğunu gözlemlemişlerdir. Özellikle erkekler birden fazla alanda başarılı oldukça kendilerini daha iyi hissetmektedirler. Bu nedenle, bir erkek aile kurmak istediğinde; kadınına iyi bir koca ve çocuklarına iyi, başarılı bir baba olacağını kanıtlamak ister. Bunu da; saygılı, kendine güvenen, akıllı, hoş, oturup konuşulabilecek, başka bir deyişle, hem akıl hem kalbine hitap edecek kadınla gerçekleştirmek ister… Aksi takdirde, erkek, doğal olarak yalnız, yani ‘bekâr’ olarak kalma yolunu seçer.

Bekâr Erkeklere tavsiyeler

  • Özgürlüğünüzün tadını çıkarın.
  • Yeniliklere açık olun.
  • Sizi geliştirecek, yeni imkânlar sunacak her şeye ‘evet’ deyin.
  • Kendinizi analiz edin.
  • Kariyerinize odaklanın.
  • Ailenize ve dostlarınıza zaman ayırın.
  • Kendinize yatırımlar yapın.
  • En yakın arkadaşınız ciddi bir ilişkiye girerse asla paniklemeyin, herkesin ‘doğru zaman’ı aynı değildir, tıpkı her bebeğin farklı zamanlarda ilk adımını atması gibi…

Yalnız Kadınlar Diyarı...

Yalnız Kadınlar diyarı

Kadın olmak zor bir zanaattır. Özellikle ‘yalnız’ kadın olmak çok daha zordur, özveri gerektirir. Halen 21 yy.da bile ‘kadın kimliği’ evlilik, eş, çocuk sahibi olma gibi kavramlar ile özdeşleştirilmektedir. Buna rağmen, günümüzde, yapılan araştırmalar gösteriyor ki, yalnız olan ve yalnız yaşayan kadınların sayısı her geçen gün artmakta… Genç, güzel, meslek sahibi kızların biran önce evlenip, kendilerine bir yuva kurmak istedikleri dönemler geride kaldı. Kadınlar ekonomik bakımdan özgürlüklerine kavuştuktan sonra bir erkeğin sorumluluğunu üstlenmeyi gereksiz bulabiliyorlar. Evliliklerin büyük bir bölümünün boşanma ile sonuçlanması da genç kadınları evlilikten soğutan nedenlerin başında gelmekte.

Tabii ki her şeyde olduğu gibi yalnız kadın olmanın da hem avantajları hem de dezavantajları var. Toplumumuzda, yalnız kadın olmanın en büyük dezavantajlarından biri; çevrenin bu kadınlara ‘kötü gözle’ bakmaları ve ‘etiketlendirmeler’ yapmalarıdır. Tabii ki bu tarz negatif düşüncelere sahip olanlar, daha çok ‘önyargılarından’, ‘kalıplaşmış düşüncelerinden’ arınamamış kişilerdir.

Yalnız kadınların çoğunun, dışarıdan mutsuz, tek, üzgün, sürekli bir partner/eş arayışında olarak algılandığı da başka bir gerçektir. Oysa ki yapılan araştırmalar, yalnız kadınların büyük bir çoğunluğunun durumlarından gayet mutlu ve huzurlu olduklarını ortaya çıkarmıştır. Fakat kimi zaman yalnız kadın, evde paylaşacak birinin olmamasından ve her şey ile kendisinin ilgilenmek zorunda kalmasından dolayı mutsuzluk hissedebilir. Ne de olsa ayakta kalmak ve standartlarını korumak adına sürekli çalışmak; aynı zamanda ev işleri ile tek başına ilgilenmek zorundadır. Anında destek alıp, yaslanacağı ve güvenebileceği bir kişiyi bulamayabilir.

Yalnız kadın, iş ve özel hayat dengesine de dikkat etmek zorundadır. Sonuçta evde bekleyen bir kişinin olmamasından dolayı kendini işe kaptırması, hatta iş-kolikliğe kadar gidebilmesi bir olasılıktır. Bazen bu durumlar kendisinde baskı oluşturabilir. İşte bu noktada arkadaşlarından veya ailesinden yardım istemesi onu rahatlatacaktır.

Avantajlarına gelince… Öncelikle ‘özgürdür’. İstediği zaman dilediğini yapabilir. Kendisinden başka kimseye hesap vermek zorunda değildir. ‘Otonomi’ yani; kendi kendini, kendi hayatını yönetme sahibidir. Önündeki fırsatları rahatlıkla değerlendirebilir. Sosyal hayatında çeşitliliğe açıktır. Yani istediği zaman seyahate çıkabilir, spor yapabilir, dilediğince alternatifler bulabilir, arkadaşlarına ve ailesine zaman ayırabilir.

Kazandığı parayı kendisine dilediği gibi harcayabilir. Kariyer seçme özgürlüğüne sahiptir ve yaşamını dilediği gibi şekillendirebilir.

Yalnız olmak kadına, kendisini iyice ve yeniden tanıma fırsatını sunar. Hedeflerini, hayallerini belirleyebilir. Zamanı geldiğinde, kendini hazır hissederse, yaşamını paylaşacağı kişiyi daha sağduyulu, daha güvenli bir şekilde seçebilir.

Yalnız kadınlara öneriler:

  • Kimsenin tavırlarının seni kırmasına izin verme. Kendine değer ver. Seçimlerinden gurur duy.
  • Kendini ve neden tek başına olduğunu açıklamak zorundaymış gibi hissetme. Sonuçta herkes kendi hayatından ve yaptığı seçimlerden sorumludur.
  • Yalnızlığın tadını çıkar.
  • Pozitif ol.
  • Sosyalleş.
  • Şayet bir ilişkiden yeni çıkmışsan ‘iyileşmeye’ zaman ayır.
  • Yeniliklere ve yeni kişilere açık ol.
  • Negatif unsurları etrafında tutmamaya çalış.
  • Gelecekte bir beraberlik yaşamak istiyorsan o kişinin ne gibi özelliklere sahip olması gerektiğini düşün.Kadın olarak daima, en iyiyi hak ettiğini bil.

Alisveris Bagimliligi-ONYOMANİ

ALIŞVERİŞ BAĞIMLILIĞI-ONYOMANİ

Günümüzün tüketim toplumunda bireyleri ciddi mali sıkıntılara sürükleyen, aile ve evlilik hayatlarında büyük üzüntülere sebep olan ‘alışveriş bağımlılığı’ her geçen gün artmaktadır. Bu ülkemizde ve dünyada gittikçe daha derinleşen bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır.

İhtiyaç duymadan giysiler alıyorsanız, dostlarınızla zaman geçirmek yerine alışverişe gitmeyi tercih ediyorsanız, paranızı son kuruşuna kadar, borca harca girerek bitirmekten kendinizi alamıyorsanız, ne yazık ki siz de bir ‘bağımlı’ olma yolunda ilerliyorsunuz demektir. Uzmanlar alışveriş bağımlılığını tedavi edilebilir bir psikolojik sorun olarak tanımlamakta; alkol, uyuşturucu, çok yemek yeme, kumar bağımlılıkları gibi psikolojik bir sorun olarak nitelendirmektedir.

Mutsuzluk, öfke, yalnızlık, engellenme ve sinirlilik gibi negatif duygular yaşayan bazı kişilerde alışveriş yapmak, kişinin kendisini güçlü, mutlu, rahatlamış hissetmesini sağlamaktadır. Aynı zamanda, kişi, bir şeyleri satın alarak içindeki boşluk hissini doldurmaya çalışmakta; ama bu hissin eninde sonunda bittiği gerçeği ile karşılaştığında, depresyona bile girebilmektedir. Alışveriş bağımlılığı olan hastalar, alışveriş öncesinde ‘mutluluk’ ve ‘kontrol edilemez bir istek’ duyguları yaşadıklarını, ancak alışveriş sonrasında da ‘suçluluk’ hissettiklerini dile getirmişlerdir.

İstatistiklere göre, ABD de her 20 bin kişiden birinin alışveriş bağımlısı olduğu tespit edilmiştir. Hastalığın ortalama başlama yaşı 17-30 yaş arasında olup kadınlarda çok daha sık olarak gözlemlenmiştir. Alışveriş bağımlılığının cinslere göre farklılık gösterdiği bulunmuştur. Kadınların tercih ettikleri, genelde elbise kozmetik eşya ve mücevher; erkeklerin ise; elektronik eşya büyük ev aletleri olarak tespit edilmiştir. Cinsiyetler arasındaki bu fark; erkeklerin daha çok bağımsızlık ve hareketliliği yansıtan araçları alma eğiliminde oldukları kadınların ise görünüş ve duygusal yönlerini ön planda tutan simgesel ve kendilerini tanımlayan eşyaları aldıkları yönünde gözlemlenmiştir. Bunlara ek olarak, bir kadın ortalama dört ile altı saat arası alışveriş yapabilirken, bağımlı, sabah saat 10'dan akşam 7’ye kadar alışverişini sürdürebilmektedir.

Daha çok anne-baba ilişkilerinde eksiklik olan kişilerde, çocukları ile aralarındaki iletişim ve ilgi eksikliğini bir şey satın alarak doldurmaya çalışan ailelerin çocuklarında ‘alışveriş bağımlılığı’ riskinin daha çok olduğu saptanmıştır. Yani, diğer bir deyişle bu psikolojik sorun, parayı sevginin eş değeri gibi gören ve çocuklarının ihtiyaç ve isteklerini bu yolla giderebileceklerine inanan, yüksek sosyo-ekonomik düzeydeki ailelerde görülmektedir.

Alışveriş bağımlısı olduğumuzu nasıl anlayabiliriz?

  • Harcamalarınızı kontrol edemiyor ve buna rağmen harcamaya devam ediyor musunuz?
  • Alışveriş yaparken heyecanlanıyor; rahatlamış, güçlü ve üstün mü hissediyorsunuz?
  • Çevrenizdeki kişiler alışveriş yapma süreç ve boyutunuz hakkında endişe mi duyuyorlar?
  • Kendinize ‘alışveriş yapmayacağım’ demenize rağmen ertesi gün tekrardan alışveriş yapıyor musunuz?
  • Alışveriş alışkanlığınız ilişkilerinizi ve iş -sosyal yaşantınızı etkiliyor mu?


Eğer bu sorulara verdiğiniz 'Evet' cevabı çoğunluktaysa sizde bir ‘alışveriş bağımlısı’ sınız demektir.

Alışveriş bağımlılığının tedavi edilmesi…

Diğer bağımlılıklarda olduğu gibi alışveriş bağımlılığında da aynı kurallar geçerlidir. Yani; farkındalık- karar vermek – pratiğe geçirmek ve gerek duyulduğunda psikolojik destek almak.

Alışveriş Bağımlılığını önleyebilmek için öneriler:

· Kredi kartı kullanmayın. Yanınıza da sadece ihtiyaç duyacağınız miktarda nakit para alın.

· Alışverişe çıkmadan önce ihtiyaç listesi hazırlayın.

· İndirim zamanı alışverişe çıkmaktan kaçının.

· Spor yapın. Becerilerinizi geliştirin ve sizi mutlu edecek farklı aktiviteler yapmaya çalışın.

Uzm. Psikolog E.Selin Uçal